Hikaye

Irmak ile Deniz

Kime bakar sızan bedendeki göz? Eli-kolu tutar mı sarhoşun? Siz cevabı düşünedurun, ırmak yollara düşmüş, akıp durmada. Ama dedik ya, sızmış... Gözceğizi, kimbilir, hangi sırra bakmada. Deniz, seslenmiş deli ırmağa:

“-Ey yalpalaya yalpalaya giderken, çamurlara gömülüp ağlayan garip! Yardan düşmüş, ama Yâr'dan ayrı düşmemişlerin sığınışındaki aşkı anlat bana! Gel bana doğru... Ve gelirken, hadi arz-ı hâl eyle...”

Duymazdan gelmiş ırmak... Sanki, denizin sesini hiç işitmemiş gibi, kendi hâlinde, bir o yana bir bu yana, döne döne ilerlemeye devam etmiş. Deniz, birkaç kere daha seslenecek olmuş, ama ırmak aynı umursamazlıkta akmayı sürdürmüş. Deniz, gülümseyerek seyretmiş, bu başı dumanlı, bedeni yaralı ırmağı... Bir süre sonra, tekrar seslenmiş:

“-Ey kıvrıla kıvrıla giderken, bin türlü kıyıya, milyonlarca taşa baş vurmuş olan ırmak! Yardan düşmüş, ama Yâr'dan ayrı düşmemişlerin sığınışındaki aşkı anlat bana! Gel bana doğru... Ve gelirken, hadi arz-ı hâl eyle...”

Uçurum

Birgün Jack adında bir adam dik bir yamacın kenarından yürüyordu. Farketmeden kenara çok yaklaştığı bir sırada ayağı kaydı ve aşağı yuvarlanmaya başladı. Düşerken kayaların arasından sarkmış bir dalı yakalayıverdi. Korkmuş bir şekilde aşağı baktı, uçurum nerden baksan 1000 mt. derinliğinde vardı. O dalda sonsuza dek asılı duramazdı, yukarı çıkma şansı ise hiç yoktu.


Ve Jack yoldan geçen biri duyar ümidiyle bağırmaya başladı.


'İmdaat! İmdaaat! Yukarıda kimse var mıı? İmdaaat, yardım edin...' Saatlerce bağırmasına rağmen kimse onu duymamıştı.


Tam vazgeçmek üzereydi ki bir ses duydu.


'Jack! Beni duyuyor musun Jack?' {48}


'Evet, evet, duyuyorum. Burada, aşağıdayım.'


'Seni görebiliyorum Jack. İyi misin?' 'Evet, ama.. Sen kimsin, neredesin?'


'Ben senin Rabbinim Jack. Ben heryerdeyim.'


'Rabbim!? Yani Allah mı?'


'Evet Jack'

Ada Sahibi ya da Ada Olmak

Tanınmış gezgin Thomas Cook bir araştırma gezisi sırasında Atlas Okyanusu'nun ıssız bir yerinde çığlıklar atan milyonlarca kuşun havada daireler çizerek uçtuğunu gördü. Kulakları sağır edecek denli yüksek sesle çığlıklar atan kuşların kimileri yoruldukça kendilerini okyanusun dev dalgaları arasına atıyorlardı. Onlar bu son hareketleriyle yaşamlarına son veriyorlar kendilerini okyanusun dalgalarına bırakırken çaresizlikten ölüme teslim oluyorlardı.

Bu olaya yalnızca Thomas Cook değil¤ o bölgede ki balıkçılarda yıllardır tanık olmuşlardı. Kuş bilimcileri ise yaptıkları araştırmalarda göçmen kuşların farklı yönlerden gelerek okyanusta bu noktada birleştiklerini keşfediyorlar fakat onların birbirleri peşisıra kendilerini ölümün kucağına atmalarının nedenini bir türlü çözemiyorlardı.

Sevmek mi sevilmek mi ?

Arkadaşımı beklerken boş masa bulamamış bir amca, benim masama oturdu. Sohbet etmeyi çok sevdiği anlaşılıyordu. O konuşuyor ben yorum yapıyordum. Emekli öğretmenmiş.
Anılarını anlattı...
Sonra gözümün içine bakarak:

- kizim sevmek mi istersin sevilmek mi? dedi.
Ne cevap vereceğimi bilemedim.
- İkisini istesem çok şey mi istemiş olurum?
- İkisi sunulmadı. Sana sadece birini seçme hakkı veriliyor.
Düşünüyorum düşünüyorum cevapsızım. Sevilmek, evet çok güzel. Sen sevmedikten sonra o seni sevse ne olur?
Ya sevmek? Eğer karşındakinin seni sevmediğini anlarsan, o da acı verir.
Ben karşımdakinin beni sevmediğini öğrendiğimdeki acıyı tatmak pahasına da olsa sevmeyi seçtim.

- Evet, cevabım SEVMEK. Bu sorunun cevabını siz de verecek misiniz?

Kurşun Kalem

Çocuk, büyükbabasının mektup yazışını izliyordu. Birden sordu:
“Bizim başımızdan geçen bir olayı mı yazıyorsun? Benimle ilgili bir hikaye olma ihtimali var mı?”

Büyükbaba yazmayı kesti, gülümsedi ve torununa şöyle dedi:

“Doğru, senin hakkında yazıyorum. Ama kullandığım kurşun kalem yazdığım kelimelerden daha önemli. Umarım büyüdüğünde bu kalemi sen de seversin.”

Çocuk kaleme merakla baktı ama özel bir şey göremedi.

“İyi ama bu kalem benim hayatımda gördüğüm diğer kalemlerden hiç de farklı değil ki!”

“Bu tamamen nesnelere nasıl baktığınla ilgili. Bu kalemin beş önemli özelliği var ve sen de bu özellikleri kendinde benimseyebilirsen hep dünyayla barışık bir insan olursun.

“Birinci özellik: Harika şeyler yapabilirsin ama attığın adımları yönlendiren bir el olduğunu asla unutma. Bizim için bu el Allah’dır ve her zaman kendi kudretiyle bizi o yönlendirir.”

Sevgi Testi

John Blanchard banktan ayaga kalkti, askeri üniformasini düzeltti ve ana terminale giden insan kalabaligini inceledi. Yüzünü degil, ama kalbini tanidigi ve üzerinde gül olan kizi aradi. Ona olan ilgisi 13 ay önce, Florida kütüphanesinde baslamisti... Raftan aldigi bir kitabin içindeki yazilar degil ama kenarinda gördügü, kursun kalemle yazilmis bir not onu etkilemisti. Yumusak el yazisi düsünceli bir ruhu ve akilli bir zekayi yansitiyordu. Kitabin ön yüzünde, ilk sahibinin adini farketmisti: Miss. Hollis Maynell.

Bencilin Hikayesi

"Bencil "yalnız " olarak doğmuştu. Çok büyük sıkıntıları vardı yaşama gözlerini açarken. Aç , güçsüz ve çaresizdi. Lakin bunu anlatacak çok güçlü bir silahı vardı Elinde " Gözyaşları" Sadece kendini düşünmeliydi çünkü sadece o vardı ve tek başına idi.

Derken önce "Şefkat " daha sonra da " Sevgi" ile tanıştı. Onu hemen kollarına almışlar, giydirip ısıtmışlar, karnını doyurmuşlar, şarkılar söyleyip uyutmuşlardı. Onun bütün kaprislerine içten bir sıcaklıkla göğüs geriyordu onlar. Birde kalplerindeki en güzel duygularla sarıp sarmalıyorlardı onu büyürken "Bencil " şımarıktı. Onu dizginleyip uslandırmak oldukça güçtü.

Bu yüzden bir süre sonra "Eğitim" devreye girdi.

Kardelen & Hercai

ÇOK UZUN YILLAR ÖNCE İKİ KIR ÇİÇEĞİ BİRBİRLERİNE AŞIK OLURLAR,
HER BAHAR DİĞER ÇİÇEKLER GİBİ ONLARDA AÇIP GÜNEŞE MERHABA DERLER.
FAKAT BİR BAHAR BAŞANGICI BU ÇİÇEKLERDEN BİRİ DİĞERİNE; "
BİZ DİĞER ÇİÇEKLER GİBİ BU BAHAR AÇMAYALIM KIŞIN ORTASINDA HERKESİN SOĞUKTAN KAÇTIĞI KARLI GÜNLERDE AÇALIM Kİ BÜTÜN DOĞA BİZE AİT OLSUN" DER.
VE İKİSİDE O BAHAR AÇMAMAYA KARAR VERİRLER.
BİRİ AÇMAK İÇİN KIŞIN GELMESİNİ VE KARIN YAĞMASINI BEKLERKEN, DİĞERİ O YAZ AÇAR.
O GÜN BUGÜNDÜR KARDA AÇAN VE SEVGİLİSİNİ BEKLEYEN ÇİÇEĞE KARDELEN, SEVGİLİSNİ YARI YOLDA BIRAKAN ÇİÇEĞEDE HERCAİ DENİLİR.
İŞTE BU YÜZDEN HAYIRSIZ SEVGİLİYE HERCAİ DİYE HİTAP EDİLİR.....

Bir Dostluğun Öyküsü

Ahmet ve Nihat adinda iki arkadas varmis. Ayni okulda okuyorlarmis.Ahmet istanbulda yasayan, evi, arabasi yeterince parasi olan biriymis. Nihat memleketten Istanbul'a gelmis zor sartlar altinda yasayarak okuyormus.Bunlar zamanla daha da iyi arkadas olmuslar. Ahmet Nihatin durumuna uzuluyor yardim yollari ariyormus. Nihati evine almis. Yedirmis icirmis. Cebine para koymus. Ustunu giydirmis. Kendine aldigi yeni kiyafetlerini bile ona vermis. Artik beraber gul gibi yasayip gidiyorlarmis. Bir gun Ahmet camdan disari bakiyormus. Karsidan gelen uzun suredir hayran oldugu ve yakinda acilmak istedigi kizi gormus. Ve sonra arkadan Nihat'in onu takip ettigini. Nihat eve gelmis ve Ahmet'e o kizdan cok hoslandigini aralarini yapipyapamayacagini sormus.Ahmet kendisinin de ondan hoslandigini soyleyememis.Arkadasinin uzulmesini istememis cunku. Aralarini yapmis. Derken zamanla okul bitmis. Nihat bir sure sonra Kayseriye vali olmus. Evi arabasi, yati,

Bunda da Bir Hayır Vardır

Bir zamanlar Afrika da ki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü. Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının,ister iyi olsun ister kötü,her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi: "Bunda da bir hayır var!"

Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki sözünü söyledi: "Bunda da bir hayır var!"

Kral acı ve öfkeyle bağırdı:
"Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu? "Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.

Güzelliğinde İmtihanı Var

Süleyman bin Yesâr, bir arkadaşıyla “Ebva” denen yerde konaklamışlardı. Arkadaşı yakındaki alışveriş yerinden bir şeyler almak üzere çadırdan ayrıldığı sırada Süleyman’ı geriden gözetleyen bir bedevi kadını hemen çadırın kapısına gelerek:
– Buraya kadar gelir misin? diye seslendi.

Süleyman, serili sofradan yiyecek isteyeceğini düşünerek bazı şeyleri alıp da kadına doğru yürürken kadının ikazı farklı oldu:

– Ben yiyecek falan istemiyorum, seni istiyorum seni. Yakışıklılığın hoşuma gitti. Karşı çadıra gel. Kimsecikler yok yanımda! Süleyman, bir imtihana tabi tutulduğunu düşünerek bağırmaya başladı:

– Defol buradan şeytanın elçisi. Şimdi arkadaşım gelir, İkimiz de rezil oluruz!

Kadın, beklemediği bu karşılıktan ürkerek peçesini yüzüne kapayıp çadırına dönerken, Süleyman da içeriye girip ağlamaya başladı. Bu sırada çarşıdan aldığı şeylerle gelen arkadaşı Süleyman’dan yaşadığı durumu dinleyince o da ağlamaya başladı. Süleyman şaşırmıştı.

– Sen niçin ağlıyorsun? diye sordu. Aldığı cevap şöyle oldu:

“Eti de benim, kemiği de...”

Ziyaretine gittiğim arkadaşın öfkeli sesi, dükkânının dış kapısından bile duyuluyordu:

- Senin adam olacağın yok. Tamircinin yanına vereyim de gör gününü... İçeri girdiğimde, bu sözleri, ortaokul ikinci sınıfa giden oğluna söylediğini gördüm. Kendisine sordum:

- Hayrola, ne bu şiddet bu celâl Ali Bey?

- Hiç sorma, bunların yedikleri önünde, yemedikleri arkalarında; buna rağmen doğru dürüst okula bile gitmiyorlar. Öğretmeni aradı, dün okula gitmemiş. Onun için kızdım. Böyle devam ederse tamircinin yanına vereceğim. Para nasıl kazanılıyormuş öğrensin.

- Ali bey, sen hangi zamanda olduğumuzu unuttun her hâlde. Sorarım sana, gözün arkada kalmadan, “Eti senin, kemiği benim” deyip çırak olarak verebileceğin bir yer kaldı mı? “Eti de, kemiği de benim” devri başladı artık. Sen 30 yıl öncesine takılıp kalmışsın.

- Neden kalmasın? Sen çok kötümsersin!

- Sen kendinden pay biç. Yanında çalışan çocuklarla gereği gibi ilgilenebiliyor musun? Tabiî ki ilgilenemiyorsun. Sen neysen başkaları da öyle... Bunun üzerine arkadaş, içtenlikle sordu:

Başarıda tecrübenin yeri

Çocuğunun yaşı ne olursa olsun, babanın gözünde, o hâlâ çocuktur ve her zaman himayeye, nasihate ihtiyacı vardır. Geçenlerde memleketinden dönen komşumuz Ahmet amca anlattı, epeyce güldük.

Ahmet amcanın yaşı ellinin üzerinde, babasının ise seksen... Babası, her zaman olduğu gibi, bu dönüşünde de, “Havanın sıcak olduğuna bakma, kazağını yanına al! Terli iken rüzgâra tutulursan üşütürsün. Sakın çok soğuk ve buzlu şeyler içme, hasta olursun...” gibi nasihatlerini ihmal etmemiş. Ahmet amca, tebessüm ederek, hafif sesle cevap vermiş:

- Babacığım, biliyorsun torun sahibi oldum, on beş yaşındaki çocuğa nasihat eder gibi konuşuyorsun! Babası birden ciddileşir:

- Yaşın ne olursa olsun, sen hâlâ benim gözümde on beş yaşındasın. Şunu unutma! Yaşlıların bulanık suda gördüğünü, gençler aynada bile göremezler. Bizlerin sizlere anlatabilecekleri bir şeyler her zaman vardır. Bizim anlattıklarımız daima sizin faydanızadır. Belki bu kadarı biraz fazla, ama yaşlıların tecrübelerine her zaman ihtiyacımızın olduğunu unutmamalıyız.

Hanım takva ehli olunca

Büyük velîlerden Şâh Şücâ Kirmânî hazretleri’nin bir kızı vardı. Kirman vâlileri ona tâlibdi. Şâh onlardan üç gün mühlet istedi. Bu üç gün içinde mescidleri dolaştı. Güzel namaz kılan bir genç gördü. Namazı bitirinceye kadar onu seyretti. Sonra yanına gidip: “Ey genç, evli misin?” diye sordu. Genç; “Hayır.” deyince, ona; “Kur’ân-ı kerîm okuyan, takvâ sâhibi ve güzel bir kızla evlenmek ister misin?” dedi. Genç; “Bana kim kız verir ki, dünyâda üç dirhemden başka hiç bir şeyim yok.” dedi. “Ben veririm, bu üç gümüşün biri ile ekmek, biri ile katık, biri ile güzel koku satın al.” dedi.

Şâh Şücâ kızını o genç ile evlendirdi. Kızı, o fakir gencin evine girdiğinde, bir kuru ekmek parçası gördü. “Bu nedir?” diye sorunca, genç; “Senin nasibindir. Yarın sabah yemek için ayırmıştım.” dedi.

Böyle babadan böyle evlad olur

Tâbiînden, İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri'nin babası Sâbit hazretleri, daha bekar iken temiz ahlâklı, takvâ ve verâ sâhibiydi. Zühdü, salahı ve ilmi pekçoktu. Yüzünde bir nur vardı.

Bir gün bir dere kenarında abdest alıyordu. Suda bir elma gördü. Elmayı alıp, abdestten sonra elinde olmayarak dişledi. Fakat tükrüğünde kan gördü. Kendi kendine; "Şimdiye kadar bana böyle bir hal olmamıştı. Buna sebep ısırdığım elma olmalı." dedi ve buna pişman oldu.

Elma sâhibini bulup helallaşmak için dere boyunca gitti. Nihâyet ısırdığı elmanın ağacını buldu. Ağacın sâhibini aradı. Onun cömerd ve ihsân sâhibi biri olduğunu öğrendi. Oradakiler; "Çok cömert ve ihsân sâhibidir. Elma ağacındaki bütün elmaları alsan, alma demez. Bir tane elmadan ne çıkar." dediler. Sâbit aramalardan sonra, bahçenin sâhibini buldu ve; "Ya elmanın parasını al, yahut helâl et." dedi.