Öğrenci Problemleri

Nasıl Yaklaşmalıyız?

Geçenlerde özel bir okulun öğretmenler toplantısına katıldım. Başarının artırılması için neler yapılması gerektiğini tartışıyorlardı. Bazı arkadaşlar disiplinsiz, sorumsuz ve tembel öğrencilerin okulla ilişkilerinin kesilmesi yönünde görüş bildirdiler. Gerekçe olarak bu öğrencilerin devamlı yalan söylediğini, sigara alışkanlıkları olduğunu, ders çalışmadıklarını, söz verdikleri halde bozuk davranışlar sergilemeye devam ettiklerini, diğer öğrencilere kötü örnek olduklarını ifade ettiler. Söz sırası bana geldiğinde dedim ki: “Arkadaşlar, biz eğitimciyiz. Öğrencilerimizin davranış bozukluklarına polis mantığı ile yaklaşmamız doğru değil. Kriminoloji (suç bilimi) açısından ‘Suç işleyen cezasını görmelidir’ mantığı doğru olabilir. Biz eğitimciyiz, öğrenci problemlerini bu yaklaşımla çözemeyiz. Bir öğrencim bana yalan söylediği zaman, onu suçlamam. Kendime, ‘Bu çocuk bana neden yalan söylüyor? Onu doğru söylemekten alıkoyan nedir? Neden bana güvenmiyor?’ sorularını sorarım. Nerede yanlış yaptığımı, neden bu çocukla sağlıklı bir iletişim kuramadığımı araştırırım. Yalan söyleyen öğrenciye ceza vermekle, arkadaşları önünde küçük düşürmekle, disiplin kuruluna vermekle problemi çözmüş olmam.”

Okullarda öğrenci problemlerini çözmenin en ideal yolu rehberlik servisini çalıştırmaktır. Çoğu okullarımızda rehberlik ve psikolojik danışmanlık servisi yoktur. Rehberlik hizmetini sınıf öğretmenleri yürütür. Okul yöneticileri rehberlik servisini lüks saydıkları için eğitim fakültelerinin rehberlik bölümünden mezun olan öğretmenler iş bulmakta zorlanıyorlar. Okul yöneticileri rehberlik servisinin gereğine inanmadıkları sürece öğrenci problemlerini çözmek mümkün değildir. Kendileriyle görüştüğümüz rehber öğretmenler, mesleklerine yeterince değer verilmediğini. psikolojik danışmanlıktan başka her işe baktıklarını, sekreter gibi görev yaptıklarını söylüyorlar. Onları dinleyince rahmetli Prof. Mümtaz Turhan hocamızın bir tesbiti aklıma geldi. O derdi ki: “Avrupalı gibi giyiniyoruz, Avrupalı gibi eğleniyoruz, Avrupalı gibi tüketiyoruz; ancak Avrupalı gibi düşünemiyoruz. Avrupalı gibi düşünmeyince, Avrupalı gibi üretemiyoruz, Avrupalı gibi buluş yapamıyoruz, taklitçi ve tüketici kalabalıklar olmanın ötesine geçemiyoruz.”

Okuma tembeli bir milletiz. Gazete ve televizyon kültürüyle yetiniyoruz. Öğretmenlerimiz bile kendilerini geliştirecek meslekî yayınları takip etmiyorlar. Yeni öğretim metodlarından haberleri yok. Eski alışkanlıklarını devam ettiriyorlar. Ders kitabının dışına çıkmıyorlar. Ev ödevleriyle çocukları bunaltıyorlar.

Anne Babalar Çocuklarını Tanımıyorlar

Eğitimcilerimiz okuma tembeli olunca, anne babaların okuma tembeli olması gayet normal. Çocuk psikolojisi bilmeyen anne babalar, çocuklarına nasıl yaklaşacaklarını, nasıl diyalog kuracaklarını bilmiyorlar. Çocuklar aileden çok medyanın, arkadaş grubunun ve eğlence sektörünün tesiri altındadır. Linda ve Richard Eyre’ın yazdığı bir kitabın kapağında bir düşünüre ait şu sözler yer almaktadır: “Çoğu aileler çocuklarıyla iletişim kuramazlar, onlar sadece monolog yaparak vakit geçirirler.” Nedir monolog? Tek taraflı yaklaşım. Anne baba anlatır, çocuk dinler: “Sen adam olmazsın. Utanmadan bir de yalan söylüyorsun. Ne zaman ders çalışmaya başlayacaksın?” Anne babalar, bu suçlayıcı yaklaşımlarla çocuklarıyla kendi aralarında aşılması zor kalın bir duvar örerler.

Çocuklarımıza yeterince zaman ayırmıyoruz. Onları dinlemiyoruz. Endişelerini, korkularını, sevinçlerini paylaşmıyoruz. Gece gündüz koşuşturmaktan, geçim kaygısından onlara ayıracak vakit bulamıyoruz. Neymiş efendim, onlar için çalışıyormuşuz, yemeyip yediriyor, giymeyip giydiriyormuşuz. Hayır, çocuklarımızın bizden istediği bu değil. Onları iyi bir okula göndermek, maddî ihtiyaçlarını karşılamak zaten bizim görevimiz. Çocuklarımız bizden sevgi, anlayış, ilgi bekliyorlar. Herşeye rağmen onlara değer vermemizi, adam yerine koymamızı, duygularını paylaşmamızı istiyorlar. Bunlar çocukların vazgeçemeyeceği ruhsal ihtiyaçlardır. Ancak ruhsal ihtiyaçları karşılanan çocuklar kendilerini güvende hissederler.

Rekabetçi bir dünyada yaşıyoruz. Zayıfa hayat hakkı yok. Yönetim ve ekonomi güçlülerin elinde. Üniversite ve iş imkânlarının kısıtlı olduğu ülkemizde gençler geleceklerinden emin değiller. Önlerine ulaşılması zor hedefler koyuyoruz. Ellerinden geleni yapıp yapmadıklarına bakmaksızın onlardan en iyisini istiyoruz. Çoğu bu kıyasıya yarıştan yorgun düşüyor, yarıştan çekiliyor, ruhsal bunalımlar geçiriyor. Karne intiharlarını duymayanımız yoktur. Çocuk neden canına kıyar? Çünkü anne ve babasının beklediği böyle bir karne değildir. Bu karne ile eve gittiğinde suçlanacak, aşağılanacak ve ceza görecektir.

Öğrencilerin çoğu, notlarını anne babalarına söylemezler veya gerçekte aldıklarından daha yüksek notlar söylerler. Yalanları ortaya çıkacağı için de veli toplantılarından nefret ederler. Sınavdan korkmayan öğrenci yoktur. Korkunun sebebi zayıf almak değil, anne babanın ve öğretmenin beklentisine cevap verememektir.

Danışmanlık yaptığım özel okul, geçen hafta yeni alacağı öğrencilere bir genel sınav uyguladı. Sınavdan geçer not alan öğrenciler okula kayıt yaptırmaya hak kazanacaklar. Bir öğrenci velisi aradı, çocuğunun sınava katılıp katılmadığını sordu. Listeye baktık, çocuk sınava girmemiş. Veli bunu duyunca çok kızdı: “Nasıl olur,” dedi, “ben onu sınava gönderdim?” İşte size tipik bir öğrenci problemi. Sebebi çok basit: Çocuk, geçer not alamayacağı ve anne babasının beklentisine cevap veremeyeceği korkusuyla sınava katılmamış.

Kendileriyle görüştüğümüz çok az anne baba çocuklarından memnun. Daha “Nasılsınız?” demeden başlarlar yakınmaya: “Sorma hocam, notlar iyi değil. Aslında zeki bir çocuk, çalışsa yapar, ama çalışmıyor. Sorumluluk yok. Sıkıştığında yalan söylüyor. İyi arkadaş seçemiyor. Ne söylesek kızıyor. İki dakika oturup konuşamıyoruz. Biz böyle değildik. Nesil gittikçe bozuluyor. Bize bir akıl ver, ne yapmamız gerekiyor?”

Neslin bozulduğu tezi doğru değil. Anne baba ile çocuklar arasında iletişim kopukluğu var. Ailede problemli yetişen çocuklar okulda da problem yaşıyorlar. Anne babalar, yaptıkları yanlışların farkında olmadıkları için, problemin okuldan kaynaklandığını zannediyorlar. Çocuğun yaratılıştan zeki olması başarıyı garantilemez. Aile içinde kazanılan duygusal zekâ da en az genetik (yaratılıştan gelen) zekâ kadar önemlidir. Duygusal zekâ, ancak sevilen, değer verilen ve destek gören çocuklarda gelişir.

Çocuğun temel eğitim kurumu ailedir. Ailenin veremediklerini ve ihmal ettiklerini okul veremez. Öğrenci problemleri ancak okul ve aile işbirliği ile çözülebilir.


ALİ ÇANKIRILI